Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bu yıl dördüncüsü düzenlenen ‘Yurtdışı Din Hizmetleri Konferansı’ Sapanca’da başladı. Dış İlişkiler Genel Müdürlüğünce düzenlenen ve dört gün sürecek konferans, “Yurtdışı Din Hizmetlerinde Yeni İletişim İmkânları ve Eğitim Paradigmalarımız” başlığı altında toplandı.
GÖRMEZ’İN KONUŞMASI
Ülke ve millet olarak son günlerde büyük acılar yaşandığını kaydeden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Sözlerimin başında aziz şehitlerimizi rahmetle yâd etmek istiyorum. Ülke ve millet olarak son günlerde büyük acılar yaşıyoruz, zorlu bir süreçten geçiyoruz. Menfur saldırılar neticesinde huzur ve güvenliğimiz için görev yapan kardeşlerimizi şehit verdik. Ben bu vesileyle şehit olan bütün kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralı olanlara acil şifa, ailelerine ve sevenlerine sabır ve metanet diliyorum. Her bir ailenin acısını ayrı ayrı yüreğimde hissediyorum. Bütün dünya mazlumlarına bir umut adası olan ülkemizin ve milletimizin birliğini, dirliğini ve huzurunu bozmak isteyenlere Rabbim hiçbir zaman fırsat vermesin” diye konuştu.
İslam coğrafyasında olup biten ve dünyadaki gelişmelere dikkat çeken Başkan Görmez, “Yeryüzünde zulmü ve fesadı ortadan kaldırmanın adı olan cihad, nasıl oldu da esir alıp insanları köleleştirmek, kadınların namusuna tecavüz etmek gibi öldürme, yağma ve çapul kültürünün adı haline getirildi?” dedi. Bugün İslam dünyasında ortaya çıkan yeni dini akımların, yeni dini düşüncelerin doğurduğu ve ana akım İslam’ı tehdit altına alan altı büyük illetten söz eden Başkan Görmez’inkonuşmasından önemli satır başları şöyle;
“KÜRESEL ÖLÇEKTE MEYDANA GELEN GELİŞMELER, ÜLKEMİZİ ‘ÜMİT ÜLKE’ HALİNE GETİRMİŞTİR…”
Küresel ölçekte meydana gelen büyük değişimler ve gelişmeler, coğrafyamızda yaşanan büyük sancılar, dünyanın her tarafında oluşan mağduriyetler, her alanda ülkemizi ve milletimizi tarihte olduğu gibi bugün de bir “ümit ülke” haline getirmiştir. Allah bu milletiyakın tarihlerde 70 sente muhtaç olmaktan kurtarıp dünyanın önde gelen yükselen donörülkelerden biri haline getirdiyse bu yükselişte ekonomik, siyasi, sosyal parametrelerin yanında ve en temelinde hiç şüphesiz manevi dinamikler olduğunu unutmamalıyız. Son yıllarda dünyanın her tarafında kanayan yaralara merhem olmak üzere resmi ve sivil kuruluşlarımızın harekete geçmesi, Arakan’dan Gazze’ye, Afrika’dan Asya’ya, Pakistan’dan Sudan’a milletimizin hayır ve iyilik elini taşıması bu ümidin yeniden yeşermesine zemin hazırlamış ve bütün alanlarda sorumluluklarımızı arttırmıştır.
“SAVAŞLARIN, DOĞURDUĞU SORUNLARI İSLAM’DAN KAYNAKLANMIŞ GİBİ GÖSTERMEK DOĞRU DEĞİLDİR…”
Bugün İslam coğrafyasında olup biten her şeyi ama her şeyi din etiketi yapıştırarak tahlil etmek gibi bir yanlışlık yapılmaktadır. Aslında bu ciddi bir kategori hatasıdır. Ekonomiden, sosyal yapıdan özellikle kabile kültüründen, aşiret yapısı ve toprak yönetiminden, coğrafyadan kaynaklanan sorunları, dine mal ederek değerlendirmek doğru değildir. Aslında Dinden kaynaklanmayan sorunları, işgallerin, savaşların, dikta rejimlerinin, sömürge yönetimlerinin doğurduğu bütün sorunları İslam’dan kaynaklanmış gibi göstermek doğru bir yaklaşım tarzı olmadığı gibi Müslümanların kabul edebileceği bir durum da olmamalıdır. Bütün sorunların dinsel olarak etiketlenmesi objektif bir değerlendirme yapma imkânını da ortadan kaldırmaktadır. Üzülerek belirtmek isterim ki; her türlü güç ve ideoloji taraftarları toplumsal meşruiyeti sağlamak için dine referansta bulunmaktadırlar. Burada dinin kullanımı dediğimiz bir pragmatizm egemen olmaktadır.
“İSLAM’IN ŞİDDET ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ, İSLOMOFOBİK ENDÜSTRİYE ZEMİN HAZIRLIYOR…”
İşte Din-i Mübin-i İslam’ın bu coğrafyada işlenen bütün günahların referansı haline getirilmesi teşebbüsü, Rahmet dininin bir şiddet aracına dönüştürülmesi, din adına vahşetlerin işlenmesi ve bunun başka dünyalarda da öfke ve düşmanlıkları beslemesi, islomofobikendüstriye zemin hazırlaması gibi hususlar dikkatlerimizi yeniden köklü olarak iletişim ve eğitim kavramlarına çevirmiştir. Bu sebeple toplantımızın ana başlığı “Din Hizmetlerinde Yeni İletişim İmkânları ve Eğitim Paradigmalarımız” oldu.
“İSLAM “AÇIK KAYNAKLI” BİR DİNDİR…”
İletişim konusunda burada üzerinde durmamız gereken sorular şunlardır; İnsanların din ile bağ kurmak için buldukları yeni iletişim yolları nelerdir? İnsanlar bu yeni imkânlarla Din ile Hayat arasında doğru bir bağ kurabilirler mi? Yanlış din anlayışlarının yoğunlaşmasında, dinin tabiatına muhalif nesebi gayri sahih yorumların artmasında bu iletişim kanallarının rolü nedir? Biz bunlara alternatif daha doğru iletişim imkânları bulamaz mıyız? İslam “açık kaynaklı” bir dindir. Kur’an ve sünnet herkesin okumasına açıktır. Günümüzde, özellikle internet üzerinden her türlü bilgiye, düşünceye, yoruma ulaşmak mümkündür. Marjinal örgütler taraftarlarını ve üyelerini genellikle internet vasıtasıyla devşiriyor. Peki biz internet de dahil mevcut araçları, ortamları, zeminleri kullanarak ve bunlara belki yenilerini katarak sahih mesajı en ücra köşelere kadar nasıl ulaştırabiliriz? Mesele internet üzerindeki çeşitli teknoloji ve platformları nasıl kullanacağımız, görsel ve yazılı medyada ne şekilde yer alıp almayacağımızdan çok, daha önce ve daha derindeki mesele, muhteva, içerik ve öz meselesidir. Özün hemen yanında üslup meselesidir.
“ÖĞRETİLMİŞ CEHALET EN BÜYÜK CEHALETTİR…”
Şiddet üreten yeni din anlayışlarının ortaya çıkmasında eğitim paradigmalarının etkisi nedir? Öğretilmiş cehalet en büyük cehalet olduğuna göre bizatihi dini öğreten mekanizmalarımızı, eğitim müfredatımızı gözden geçirme mecburiyeti yok mudur? İslam üniversitelerinde, şeriat fakültelerinde, ilahiyat fakültelerinde, medreselerde, imam-hatip liselerinde, Kur’an kurslarında hakim olan eğitim paradigmalarımızda yanlışlıklar yok mudur? Camilerde verilen yaygın din eğitiminin bu meyanda yeri nedir?
“ÖLÜ FİKİRLER, DIŞARIDAN EMPOZE EDİLEN ÖLDÜRÜCÜ FİKİRLERDEN DAHA TEHLİKELİDİR…”
Peki biz kendi bünyemiz içinde üreyen, Malik bin Nebi’nin tabiriyle, “ölü fikirleri” tedavi edebilecek miyiz? “Ölü fikirler”, dışarıdan empoze edilen “öldürücü fikirlerden” daha tehlikelidir. Çünkü “ölü fikirler” bağışıklık sistemini çökertir ve savunmaları devre dışı bırakır, oysa “öldürücü fikirlere” karşı bünyenin belli bir direnci ve silahları vardır. Bugün sözüm ona “Selefilik” maskesi ve markası altında türeyen bin bir çeşit virüs, güya “öze dönüş” vehmiyle İslam’ın özünü tahrip etmekte, Müslümanları dalalete sevk etmektedir. İslam’ın genleriyle oynanmasına, Müslümanların kimlik ve kişilik zaafı yaşamasına yol açmaktadır. Bugün İslam ümmetinin ruh ve beden sağlığını tehlikeye atan bu “ölü fikirler” sadece selef-i salihinin yolunu ve izini istismar etmekten ibaret değildir. Esasen her taklit bir “ölü fikir” fidesini, tohumunu içinde barındırır. Ehl-i Beyt yolunu kültleştirerek koca bir toplumun düşünce ve duygu dünyasını tarihin bir anında dondurmak, sonra da bir kurtarıcı mehdinin geleceği inancıyla ataleti, eylemsizliği, beklemeyi din haline getirmek acaba kime hizmet eder?
“BUGÜN YAŞANAN TRAJEDİLERİN EN BÜYÜK SEBEPLERİNDEN BİR TANESİ, BATI DÜNYASINDA ORTAYA ÇIKAN ‘NİHİLİZM’İN İSLAM COĞRAFYASINDA YAŞANMAYA BAŞLAMASINDAN İBARET OLMASIDIR…”
Bugün yaşanan trajedilerin en büyük sebeplerinden bir tanesi, Batı dünyasında ortaya çıkan ‘nihilizm’i yani ‘hiçlik felsefesi’ni doğrudan İslam’ın kendi kaynaklarına dayanarak, dini bir meşruiyet kazandırılarak İslam coğrafyasında yaşanmaya başlamasından ibaret olduğunu ifade etmek isterim. Bütün bu soruların cevabı üzerinde dört gün boyunca müzakerelerde bulanacağız. Bütün bunları sadece kendimiz için değil acılar içerisinde kıvranan İslam coğrafyasında yaşayan bütün kardeşlerimizin geleceği için konuşmak zorundayız.
“ENDÜLÜS ESİNTİLERİNİ TAŞIYACAK BİR UFKA İHTİYACIMIZ VAR…”
Dinimiz, dilimiz, edebiyatımız, medeniyetimiz bakımından en fazla medyun bulunduğumuz Asya’ya vefa borcumuz var. Rusya’nın ‘mekteb-i harbiyesi’ndeki tahsillerini ikmal eden, çeyrek asır önce esaret zincirinden kurtulan, şimdi bir kimlik muhasebesi içinde yönünü arayan kardeşlerimize karşı insani ve İslami ve insani vazifelerimiz var. Balkanlarda yaşayan Müslüman kardeşlerimiz tarihten kopmak veya tarihe çakılı kalmak gibi bir ikilem arasındaysa, elbirliği, gönül birliği ile yeni bir tarih yazmaya ihtiyacımız var. İnsanlığın beşiği ve gelecek birkaç yüzyıla yayılacak yeni bir medeniyet hamlesinin eşiği Afrika kıtasına söyleyecek sözümüz var. Latin Amerika’ya bin küsur yıllık yalnızlığını dağıtacak Endülüs esintilerini taşıyacak bir ufka ve kadroya şiddetle ihtiyacımız var. Küreselleşen dünyada evrensel bir mesele olarak tebelvür eden Müslüman azınlıkların hali ve istikbaline dair sorumluluklarımız var.
“İSLAM DÜNYASINDA ASIL BÜYÜK ÇATIŞMA İNANCIMIZ ÜZERİNDE YAŞANMAKTADIR…”
Öncelikle bugün İslam dünyasında sadece kan dökülmüyor sadece mezhepler arasında çatışmalar yaşanmıyor asıl büyük çatışma ve acı üzülerek belirteyim, doğrudan inancımız üzerinde yaşanmaktadır. Bugün İslam dünyasında kaos dönemlerinde ortaya çıkan ne kadar illet varsa bu illetler İslam inancını tehdit altına almaya başlamıştır. Benim son zamanlarda üzerinde durduğum beş büyük illeti burada tekrar etmek istiyorum.
İSLAM’I TEHDİT EDEN ALTI BÜYÜK İLLET… “İNANÇ SABİTELERİMİZİ TARTIŞMA KONUSU YAPMAK…”
Bugün İslam dünyasında ortaya çıkan yeni dini akımların, yeni dini düşüncelerin doğurduğu ve ana akım İslam’ı tehdit altına alan altı büyük illetten söz edilebilir.
Bunlardan bir tanesi, kendi inanç sabitelerimizi tartışma konusu yapmak… Kendi indi yorumlarımızı dinin sabitelerine dönüştürmek… Akaid konusu olmayan nice tali meseleleri inanç meselesi haline getirmek ve daha sonra onları sabit fikirlere dönüştürerek inanmayanları tekfir etmek… Aslında İslam’ın inanç esasları, Resulü Ekrem İslam’ı ‘ikra’ emriyle tebliğ etmeye başladığı günden itibaren ilmek ilmek dokunmuştur, gergef gergef örülmüştür. Ve tarih boyunca medeniyetler kurarak yolunda devam etmiştir. Ama kaos dönemlerinde insanlar bu sabiteleri bırakıyor, kendi indi nesebi gayri sahih yorumlarını dinin sabitelerine dönüştürüyor, inanç esası haline getiriyor, kendisi gibi inanmayanları da tekfir ederek, tekfir ettiklerini de katletmeye başlayarak, tekfir ettikleri insanlarla da savaşmayı cihad zannederek İslam’a yapılabilecek en büyük kötülüğü yapıyor. Öncelikle biz inancımızın sabiteleri üzerinde durarak bunları asla tartışma konusu yapmamalıyız.
“FIKHIMIZI SADECE ZAHİRİ YORUMA İNDİRGEMEK…”
İkincisi, fıkhımızı literal, sadece zahiri yoruma indirgemek… Sanki yaratıcının maksadı yokmuş gibi, gayeye matuf bir emir yokmuş gibi, niçin? ve nasıl? sorusuna cevap verilmiyormuş gibi sadece zahire takılıp kalmak, maslahatı yok saymak, kıyası, içtihadı yok etmek, sadece dinin metinlerden ibaret olduğunu zannetmek, o metinleri sadece birer hüküm ambarına dönüştürmek ve sadece hikmetsiz birer hüküm olarak onları telakki etmek gibi büyük bir yanlışlık… Aslında bütün bu kaos dönemlerinden öncede bu bizatihi eğitim paradigmalarımız içine sokularak İslam dünyasını sardı ama buna karşılık vermede bizler acziyet içinde kaldık.
“İBADETLERİ ŞEKLE İNDİRGEMEK…”
Üçüncüsü, ibadetleri şekle indirgemek… İbadetlerin o ahlak boyutunu, bizi iyi insan kılma boyutlarını yok sayarak sadece şekle indirgemek… Son yıllarda İslam dünyasını tehdit altına alan, illetlerden biridir.
“İSLAM’A DAVETTE KABALIK…”
Dördüncüsü, davette kabalık… İslam daveti, çağrısı, hikmeti ve mevizeyi haseneyiberaberinde getirmiştir. O güzel mücadeleyi, hikmeti bırakmak ve bunu kaba bir şekilde çağrıya dönüştürmek bu illetlerden biridir.
“ÖNCELİKLERİMİZİN ORTADAN KALKMIŞ OLMASI…”
Beşincisi, önceliklerimizin ortadan kalkmış olması… Parçacı yaklaşmak… Bizim ilkelerimize ve prensiplerimizde hiyerarşiyi kaybetmek yine karşı karşıya kaldığımız illetlerden bir tanesidir.
“İSLAM’IN TEMEL KAYNAKLARININ İSTİSMAR EDİLMESİ…”
Altıncısı ise, İslam’ın temel kaynaklarının istismar edilmesi, kötü kullanılması… Kuran’ın ayetlerinin sloganlara dönüştürülmesi… Hadislerin bağlamından kopartılıp müminin mümine doğrulttuğu bir silaha dönüştürülmesi… Ölü fikirlerin bizi kuşatması… Başta Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim olmak üzere Hanif dinin kaynaklarının ehil olmayan zihinler tarafından araçsallaştırılmasını önleyecek bir din eğitimi müfredatı bugün çok önem arzetmektedir. Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak için hangi esasların takip edilmesi gerektiği konusunda sayısız çalışma yapıldığını ama yine de Kur’an istismarının önlenemediğini hep birlikte acı acı müşahede ediyoruz. Bu durumda çok daha temelli ilkelerin geliştirilmesi gerektiği ortadadır.
“KURAN’IN HERHANGİ BİR AYETİ BAĞLAMINDAN KOPARILARAK SLOGANLAŞTIRILAMAZ…”
Hicr Süresinde yüce rabbimiz Kuran’ı Kerim’in şikâyetini, Kuran’ı Kerim ile ilgili bir şikâyeti dile getirmektedir. O da, herhangi bir ayeti bağlamından kopararak sloganlaştırılması… Kuran’ın bütünlüğünden koparılması…‘Onlar ki Kur’an’ı parçalara ayırırlar, O’nu bütünlüğünden koparırlar, kendi ideolojilerinin sloganı haline getirirler. Bunu bugün yeniden İslam dünyasına hatırlatmak zorundayız.
“KUR’AN, EŞKIYALIK YAPILSIN DİYE GÖNDERİLMEDİ…”
Taha süresi 2. Ayet-i kerimede “Ben bu Kur’an-ı size eşkıyalık yapasınız diye göndermedim” denildiği halde Kur’an-ı Kerim’i her türlü eşkıyalığın meşrulaştırıcı bir aracı haline getirme çabalarını nasıl önleyebiliriz? Rengine, diline ve dinine bakmadan insan hak ve özgürlüklerinin garantörü olarak Allah’ı gören, bir insanın hakkına tecavüzü Allah’ın sınırlarına, yani hududullah’a tecavüz olarak tanımlayan, bütün gayesinin insanların önlerini görmelerini sağlayacak bir zihin ve kalp birlikteliğini yani hidayeti sağlamak olduğunu beyan eden ve insanların önüne ‘Ey iman edenler! Hep birden barışa girin’ toplu halde barışa girmeyi hedef olarak koyan bir kitabın, bu coğrafyada işlenen eşkıyalıkları onaylayan bir kitap olarak takdim edilmesi ne kadar da esef vericidir.
“ALLAH’IN KİTABI NASIL OLUR DA İŞKENCENİN MEŞRULAŞTIRMA ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLİR…”
Bütün mevcudata karşı merhametli olmayı ilke olarak benimsediğini yüce rabbimiz ‘o kendi nefsine rahmeti yazmıştır’ diyen Allah’ın kitabı nasıl olur da şiddetin, insan onurunu ayaklar altına alan işkencenin meşrulaştırma aracına dönüştürülebilir? İslam geleneklerinde, İslam medeniyetinden hem ‘öteki’ tanımı hem ‘insanın dokunulmazlığı’ kavramı tartışılmıştır. Bir anlayışa göre ‘öteki’ sadece zalimdir. Bir anlayışa göre de ki ana akım İslam’ın dışında kabul ediyorum bunu, ‘öteki’ mümin olmayan inanmayan herkestir. Bugün birinci anlayışın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. ‘Öteki’ zalimdir. İnsanın dokunulmazlığı ‘ismet’ kavramıyla ifade edilmiştir bizim fıkıh kitaplarımızda. ‘İsmet’ insanın dokunulmazlığı demektir. Ama dokunulmazlığın kaynağı konusunda iki farklı görüş serdedilmiştir. Birincisi, dokunulmazlık insan olmaktandır. Dokunulmazlığın sebebi ademoğlu, insan olmasındandır. Bir diğeri ise, dokunulmazlık sadece iman ve eman ile olur. ‘Ya iman edecek ya da sözleşme imzalayacak bizden eman isteyecek’ işte bugün akaitten olmayan bütün indi yorumlarını akait haline getirenler, dokunulmazlığı sadece imana bağlayanlar, kendisi gibi inanmayan, düşünmeyen, hadisleri kendileri gibi yorumlamayan, kendisi gibi o garip düşüncelere sahip olmayan her insanı tekfir etme gibi bir hastalıkla karşı karşıya kaldığını hep birlikte acı acı izliyoruz.
“DOĞAL FITRİ OLANIN ÜZERİNE GİYDİRİLEN HER KİMLİK DİN, MEZHEP, MEŞREP, ETNİSİTE İNSANLARIN BU HAKLARINI KORUMA İHTİMALİNİ ZAYIFLATMAKTADIR…”
Kur’an’ın bütün hedefi insanın onurlu bir hayat sürme mücadelesinde ona destek olmaktır. İnsanlık onurunun, can, mal, nesil, akıl, din gibi temel hak ve özgürlüklerinin sağlanmasıyla korunabileceği açıktır. Ama bir o kadar da açık olan şudur ki; doğal fıtri olanın üzerine giydirilen her kimlik din, mezhep, meşrep, etnisite insanların bu haklarını koruma ihtimalini zayıflatmaktadır. Din mensuplarının kendi indi yorumlarını önceleyerek mutlak hakikat iddialarının ve bu iddialarının onları sürüklediği çatışmaları bu çerçevede hatırlamak yeterlidir. Bütün bu tartışmaları bir trajedi yaratmaması için İslam Bilginleri insanın doğuştan getirdiği beş temel hakkın can, mal, nesil, ırz, akıl ve din emniyetinin her şart altında korunması gerektiğinde ittifak etmişlerdir.
“BUGÜN DİN DİLİ BİR MAHKEME VE YARGI DİLİNE, BİR CEZA VE İNFAZ DİLİNE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ…”
Her türlü ahlak ve erdeme kaynaklık etmesi yönüyle din, sabit ve evrensel bir gerçeklik olarak hayata da kaynaklık etmelidir. Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, iftira atmayacaksın, yalancı şahitlik yapmayacaksın gibi insanın aklına, insafına ve vicdanına hitap eden temel değerlerle hayata dokunurken bir mahkeme ve yargı diliyle sürekli cezalardan, infazlardan bahseden bir din anlayışının uzun vadede kendini marjinalleştireceği ve marjinal örgütlerin enstrümanına dönüşeceği açıktır. Bugün din dili bir mahkeme ve yargı diline dönüştürüldü. Bir ceza ve infaz dili haline getirildi. Bu da dinin marjinalleşmesine ve marjinal örgütlerin bir enstrümanına dönüşmesine yol açtığını ifade etmek isterim. Bugün bu coğrafyada bütün marjinal yapıların yaptığı şey bana sorarsanız budur. Ama şu soruyu sormak da bilim ahlakının gereğidir. Bir kutsal kitap nasıl olur da insan aklını donduracak uygulamalara kaynak olarak kullanılabilir?
Esenliğin, barışın, huzurun kaynağı olan bir din nasıl olur da tam tersine şiddetin, öldürmenin, yıkıcılığın kaynağı haline getirilebilir.
“CİHAD, NASIL OLDU DA ÖLDÜRME, YAĞMA VE ÇAPUL KÜLTÜRÜNÜN ADI HALİNE GETİRİLDİ…”
Yeryüzünde zulmü ve fesadı ortadan kaldırmanın adı olan cihad, nasıl oldu da esir alıp insanları köleleştirmek, kadınların namusuna tecavüz etmek gibi öldürme, yağma ve çapul kültürünün adı haline getirilebilir? Aksansız bir Oxford İngilizcesi ile esirlerin boğazını kesmenin İslam’la hiçbir ilişkisi olmadığını akıl ve mantık sahibi olan herkes bilir; ama bir korku imparatorluğu kurmak için bir PR değeri olduğunu hepimiz biliyoruz. Hiç kimse, hiçbir ahlak ve hukuk tanımayan yağma ve çapul kültürüne İslam’dan bir mesned aramaya kalkışmamalıdır. Burada üzerinde durmamız gereken husus harici sebepler ne olursa olsun, İslam dünyasının kültürel fay hatları ile oynansa dahi bu garip düşüncelerin nasıl ortaya çıktığıdır. Ne yazık ki; bu tür güçlere ve güç ideolojilerine karşı bugün İslam’ın müntesiplerinin pek de hazırlıklı olmadıklarını kabul etmek lazım. Tarihte Kelam, felsefe, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf gibi disiplinlerle büyük bir entelektüel gelenek oluşturan Müslüman düşünürlerin açtığı bu çığırı günümüz Müslümanlarının daha ilerilere taşıması gerekirken maalesef çağımızda ortaya çıkan çarpık ve aykırı yapılarla baş etme konusunda bile yeterince başarılı olunamamıştır.
“DÜNYA BARIŞINI 5 GÜCE İPOTEK EDEN BM DÜZENİ YOK OLDU…”
Alem-i İslam bugün bir karar noktasında bulunuyor. Ya daha ziyade bölünüp ufalacak, veya birleşerek güçlenecek. Müslüman önderler: âlimler, siyasiler, iş adamları, aydınlar, sanatçılar bu iki seçenek arasındaki tercihi yapmak durumundadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Müslüman coğrafyaya dayatılan sınırlar aşındı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galipler tarafından dizayn edilen ve dünya barışını 5 büyük güce ipotek eden Birleşmiş Milletler düzeni yok oldu. Daha adil, daha yaşanabilir, çevreye ve insana daha duyarlı yeni bir dünyayı inşa etme idealine biz Müslümanlar hangi söylemle ve hangi eylemle katkı sunabiliriz? Müslümanlar olarak dünyaya ne vaat edebiliriz? İnsanlığın hangi yarasına merhem olabilir, hangi problemine çözüm önerebiliriz? İslam, bu çağın insanının hangi sorularına cevaplar verebilir? Bir Müslüman niçin iyi bir komşu, iyi bir yol arkadaşı, iyi bir işveren, iyi bir çalışan, iyi bir eş, iyi bir öğretmen ve iyi bir öğrencidir? Dünyaya umut verebilir miyiz? Her hal ve şart altında zalimin hasmı, mazlumun dostu olabilir miyiz? Dünyaya aşk vaat edebilir miyiz? Maddenin esiri olmak istemeyen ruhlara manevi kapılara ulaşma yolunda rehberlik edebilir miyiz?
“YENİ BİR DİN DİLİNE İHTİYACIMIZ VAR…”
Yeni bir din diline ihtiyacımız var. Bu dil, tüketici bir dil mi, üretici bir dil mi olacaktır, önce buna karar vermeliyiz. Bizden önceki alimlerin ürettiği hazineleri, müsrif bir mirasyedi misali harcamakla mı iktifa edeceğiz, yoksa selef-i salihine hayru’l-halef olarak yeni problemlere yeni çözümler bulacak, karşımıza çıkan duvarlarda yeni kapılar mı açacağız? Her şeyden önce yeni din dili aşka ve bilgiye dayanmalı, kalbe ve akla hitap etmelidir. Yeni din dili Akif merhumun veciz ifadesiyle “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı / asrın idrakine söyletmeli İslam’ı” Bu cümleyi bile nerdeyse elli yıldır ‘Aceba akait açısından bu bizi nereye götürür’ tartışması yapanların olduğuna hep birlikte şahit oluyoruz. Halbuki burada açıkça Akif, asrın idraki körelmişse bile Kuran’ın o büyük ruhuyla o idraki açmayı kastediyor. Yeni din dili davet, tebliğ, hikmet, irşat eksenine dayanmalı, Yeni din dili reklam, imaj, propaganda tuzağına düşmemelidir.