AK Parti Erzurum Milletvekili Cengiz Yavilioğlu, www.adnanmenderesdemokrasiplatformu.org'da "Türkiye’de Darbelerin Sürekliliği" başlıklı bir yazı kaleme aldı
Türkiye’de Darbelerin Sürekliliği
Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılından sonra darbe hazırlıklarıyla, 1960 yılından sonra ise darbelerle tanıştı. 1950 sonrasında hükümetin; statükonun dışından şekillenmesi, halkın iradesinin siyaset alanına taşınması merkeziyetçi yapıyı tedirgin etti.
Bu nedenle, koordine edilen asker-sivil gruplar, sivil/siyaset alanını tehdit eden darbe gerekçelerini oluşturmak amaçlı çalışmalar yaptılar. 1960 yılının Mayıs ayına kadar darbe yapmanın meşru gerekçelerini yapay bir şekilde oluşturmaya çalıştılar.
Aslında darbe gerekçesi olarak görülen olayların önemli bir kısmı, medya işbirliği ile oluşturulan gerçekdışı haberlerden (vatandaşların kıyma makinalarından geçirildiği haberi gibi), bir kısmı çok küçük olaylardan (27 Mayıs öncesi ölen ve/veya öldürülen insan sayısının beş olduğu kayıtlardadır.), bir kısmı ise darbe niyeti taşıyanların ekonomik imkanlarının/ fırsatlarının azal(tıl)masından kaynaklanıyordu.
12 Mart Muhtırasının, 12 Eylül Darbesinin, 28 Şubat Post Modern Darbesinin ve 27 Nisan Bildirisinin nedenleri de büyük oranda ya darbe niyetlilerinin bilerek ve organizeli bir şekilde oluşturdukları gerekçelerden veya küçük toplumsal olaylardan oluşturuldu. Yaşadığımız darbeler tarihinin öncesinin ve sonrasının ortak karakterleri ortaya çıktı.
Genel anlamda yaşadığımız darbe ve muhtıraların öncesinin ortak özellikleri: organize bir biçimde kaygı verici toplumsal olayların zemininin hazırlanması; korku ve güvensizlik yaratılması; siyaset alanının olabildiğince yıpratılması ve itibarsızlaştırılması; bunların medya, ordu, siyasal partiler, bazen üniversite ve yargı ve bazı sivil toplum kuruluşları arasında işbirliği ile yapılması; ve nihayet toplumda, ordu tarafından düzenin ve huzurun (gerçekte statükonun devamlılığının) sağlanmasının talep edilir hale getirilmesi.
Esas amacının ise, statükonun –yani militer, baskıcı, biçimlendirici, jakoben, modernleştirici ve elitist düzenin- devamlılığının sağlanmasıdır. Diğer bir amaç ise, devlet tarafından toplanan ve dağıtılan kaynakların hem toplanmasında hem de harcanmasında/dağıtılmasında söz sahibi olunmasıdır.
Darbe ve muhtıraların sonrasının en önemli ortak özellikleri ise; süreli değil sürekli olmalarıdır. Yani Türkiye’de darbeler belli bir zaman aralığında olan ve biten müdahaleler olmayıp süreklilik arz ederler. Bu süreklilik darbe sonralarında oluşturulan kurumsal, yasal-yargısal ve ekonomik yapılarla sağlanmıştır.
Mesela;
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin politik alan (hükümet) karşısındaki konumu, etkisi ve hükümet kararlarındaki belirleyicilikleri,
MGK ve MGK Genel Sekreterliği tarafından oluşturulan ve hükümetlere buna göre politika yapmaları ve karar süreçlerini oluşturmaları tavsiye edilen “milli” strateji belgeleri,
Askeri İç Hizmet Kanunları ve bu kanunların devletin huzur ve düzenini sağlamada askere yetki vermesi (müdahalenin kanuni meşruiyetinin sağlanması),
Askeri Ceza Kanunu başta olmak üzere, askeri alanı özerkleştiren asker – sivil yargı ayrılığının yaratılması (28 Şubat sürecinde bu ayrılığın neden olduğu büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır),
Anayasada hak ve özgürlüklerin sınırlandırılarak, kamu kurumlarının yetkilerini, üniversitelerde olduğu gibi, temel hak ve özgürlükleri daraltacak şekilde genişletmeleri,
Askeri okullara alınacak öğrencilerde, adaylar arasında eşitliği bozan başvuru şartlarının ve uygulanan kuralların olması,
Bazı şirketlerin piyasa rekabetini bozan ve haksız fırsat yaratan istisnai konumlarının ve muafiyetlerinin bulunması,
Hatta Anaya Mahkemesinin, esastan verdiği bazı kararlarda da gözüktüğü gibi, Meclisin (halkın) tercihlerine müdahale etmesi,
1960 Darbesi sonrasında oluşturulan Senato’nun da aynı şekilde siyaset kurumu üzerinden halkın tercihlerini düzenleyici ve denetleyici bir rolü vardı ve seçilmişlerin yetki ve sorumluluk alanlarını daraltmaktaydı. Hiç şüphesiz son darbe girişimleri de kaynağını, meşruiyetini ve gücünü, yukarıda örneklediğim anlayış zemininden ve uygulamalardan, kurumsal yapılardan ve kanunlardan almışlardır.
İşin ilginç yönü, bazı sivil kurum/ kuruluşların da benzer anlayışa ve darbeler için meşruiyet arayışlarına sahip olmalarıdır. Tüm bu nedenlerden dolayı, son Balyoz Darbe Teşebbüsü yargılama sonuçlarına bakarak Türkiye’de bir daha darbelerin olmayacağını / olamayacağını söylemek biraz zordur. Tabi ki eskiden olduğu gibi, rahat bir şekilde darbe zemini oluşturulamayacaktır ve rahat bir şekilde darbe yapılamayacaktır. Fakat sivillerde de militarist anlayış değişmeden darbeler tamamen yok olmaz. Yine yukarıda sıraladığım kaynaklar aracılığıyla beslenecek zemin arar.
Darbe ihtimalini azaltmanın en önemli gücü sivil alanı genişletmek ve sivil toplum kuruluşlarını güçlendirmektir. Geçmişte devlete ait olup mal ve hizmet üreten, YÖK gibi, bir çok kurum ve kuruluşu millete ait kılmak gerekir. Devleti değil, milleti büyütmek lazımdır. Millet büyüdükçe devlet zaten güçlenecektir.
Biliyoruz ki demokratik bir ülke yönetiminde sivil iradenin ortakları olmamalıdır. Eğer ortaklar varsa, darbe devam ediyor demektir.